Âhiretimizin Parlaması İçin Dünyamızın Sönmesi Gerekmiyor
Madde-mânâ, dünyâ-âhiret diye ayırımlara gitmişiz.
Namazdan oruçtan sevâp alacağımızı, âhirette istifâde edeceğimizi dünümüşüz de beyin, bilek ve yürek enerjileri sarfederek, zaman harcayarak yaptığımız nice iş ve çalışmamızın sâdece dünyâda işimize yarayacağını sanmışız.
Hac, zekât ve sadakayı ibâdet kabûl ederken, bir alt basamaktaki çalışmayı, kazanmayı ibâdet saymamışız, “çalışıp kazanan Allah’ın (c.c) dostudur” beyânına rağmen.
Bir müslüman olarak zekâtı zenginlikten, zenginliği çalışmaktan, çalışmayı sıhhâtten, sıhhati gıda, istirâhât, temizlik, hareketlilik ve yaşama sevincinden ayrı düşünmemiz mümkün mü? Zekât ibâdetse meşrû çalışma da ibâdettir. Abdest olmadan namaz olmadığı gibi çalışma olmadan servet, servet olmadan da zekât olmaz.
Aslolan âhiret. Dünyânın sâdece bir hazırlık yeri olduğu açık. Bunu, “Allah’ın verdiği imkânlarla âhiret yurdunu ara” ifâdesinden anlıyoruz. Peşinden, “dünyâdan da nasibini unutma” buyruluyor.
Âhiretimizin parlaması için dünyamızın sönmesi gerekmiyor. Âhiret nimetlerine ulaşmak dünya nîmetlerinden mahrum kalmayı gerektirmiyor. Tüm nimetlerin sağladığı enerji ve imkânlar Allah’a adanacağına göre, Allah’tan (c.c) gelen Allah’a ve âhirete gitmiş olacaktır. Yeter ki, sorumluluk şuûru ve ihsan sırrı canlı tutulsun.
Sürekli ilâhi müşâhede altında olduğumuzun şuûrundaysak, bu şuûr, hayâtımızı çok güzel yaşama fikrine götürecektir bizi. Bu fikir, hayâtın bütün faâliyetlerini kapsar. Namaz, “huzurda oluş şuuruyla” ifa edilecek de, alış-veriş bu şuurdan uzak olarak mı icrâ edilecektir? Hayır, biz bu hatâlı anlayışa rağbet edemeyiz.
O’nun mülkünde, O’nun izniyle ağırlanan bir misâfir olduğunu kabûl eden bir mü’min her zaman ve mekânda, her söz ve davranışını, hattâ niyyetini O’nun rızâsına göre ayarlama gayretini gösterecektir.
Allah’a (c.c) adanmış bir hayâtın Allah’tan (c.c) bağımsız bölümleri olmaz.
İdris ARPAT’ın bir yazısından…